Çok basit gibi görünen şeylerin ardında çok karmaşık nedenler olabildiği gibi, çok karmaşık gibi görünenlerin ardında da çok basit sebepler yatabiliyor.
31 Mart seçimleri iptal edildiğinde, siyasete bu şekilde dizayn verenlerin, sofistike hesaplar yaptıkları zannedilmişti.
Seçimi iptal ettirdiklerine göre, demek ki, bir bildikleri vardı…
Demek ki, 23 Haziran’da, seçimi kazanmayı çantada keklik olarak görmelerine yol açan, hazırlıkları, planları mevcuttu…
Halbuki 24 Haziran sabahının bilgisiyle geçtiğimiz aylara bakınca ne görünüyor?
Bütün bu olanların siyaset biliminin, siyaset sosyolojisinin, artık ne derseniz, hiçbir büyük “teorinin” açıklayamayacağı basit bir nedeninin olduğunu anlıyoruz.
Sadece basiretleri bağlanmış.
Burunlarının ucunu göremez hâle gelmişler.
Üstelik sadece seçim iptali değil, 23 Haziran’a giderken, kullandıkları siyaset dili, propaganda yöntemleri de, bu basiret bağlanmasının ne denli derin olduğunu gösteriyor.
31 Mart yerel seçimleri, toplumun artık kutuplaştırıcı, ayrıştırıcı siyaset dilinden bıkıp usandığını gösterdiği hâlde, 23 Haziran’a vites büyüterek geldiler.
Karadeniz’den büyük bir güç ve enerji alan AK Parti, İmamoğlu’nun “Pontus Rumu” olması üzerinden bir kampanya yürütebildi.
Bu basiret bağlanmasını, AK Parti içinde bir kliğe, “Pelikancı”lara, onların Erdoğan’ı dolduruşa getirmelerine bağlayanlar var.
Bunları duyunca benim gözümün önünde Dövüş Kulübü’nün o meşhur sahnesi canlanıyor.
Bu sahnede Brad Pitt’in canlandırdığı Tyler Durden’ın silahın namlusunu Edward Norton’un ağzına soktuğunu görüyoruz.
Tyler sadece namluyu ağzına sokmakla kalmıyor, ateş ediyor, Norton’un yüzünün ölümcül bir yara aldığına tanık oluyoruz.
Ama sonra anlıyoruz ki, Tyler diye birisi yoktur aslında, silah Norton’un kendi elindedir; ağzının içine kurşunu sıkan da kendisidir.
“Pelikancılar” denen tetikçi gurubu da ben böyle görüyorum. Üç beş çapulcu, ayak takımından oluşan, gerektiğinde Abdullah Gül’e kişilik suikastı düzenleyen, icap ettiğinde Davutoğlu’nu lime lime eden, ama işte en son gördüğümüz gibi silahı getirip Erdoğan’ın da kafasına dayayan, “bir daha seçim olursa alırız” diye kulağına fısıldayan, bir iç sestir aslında; o iç ses, üç beş figüranın dublajıyla konuşmaktadır.
Erdoğan’ın 23 Haziran’a yaklaşırken, İmamoğlu ve Yıldırım’ın TV’de tartışmasına izin vererek göstermeye çalıştığı gibi, bu seçim iki belediye başkan adayının yarıştığı basit bir yerel seçim değildi.
Her ne kadar son anda bu tür hamlelerle gelmekte olan felaketin önüne geçilmeye çalışılsa da, Erdoğan en baştan bu seçimi, Cumhurbaşkanlığı sistemi için ikinci referanduma, kendisine karşı da bir güven oylamasına dönüştürdü.
Bu referandum ve güven oylaması çok sert, çok yıkıcı bir şekilde kaybedildi.
31 Mart AK Parti açısından bir depremdi ise eğer, 23 Haziran da, çok yıkıcı sonuçları olacak bir tsunamidir.
Sanırım, AK Parti’yi destekleyen sağ duyulu insanların da, çok rahat görebilecekleri gibi, çok uzun yıllar sürebilecek bir parti iktidarı, bu iktidarın kişiselleşmesi ve aşırı yoğunlaşması nedeniyle, bütünüyle kaybedilme noktasına gelmiştir.
Seçimin AK Parti açısından ne anlama geldiğini, Twitter’da gördüğüm bir tweet mizahî bir dille, muhteşem bir şekilde şöyle özetliyordu:
“Sevgili AKP’liler bu tek adam yetkileriyle Başkanlık seçimini kaybederseniz neler olacağını hesaplıyorsunuz değil mi? Bence fırsat varken, parlamenter demokrasiye geri dönelim. Zorlayın partinizi. Sonra uyarmadı demeyin bakın.”
Sanki bu sevimli twitter mesajının sözünü ettiği uyarı da AK Parti içinden son kez gelecek gibi görünüyor.
Ali Babacan’ın partisini kurmadan önce Cumhurbaşkanına “haber vereceği” söyleniyor.
Yani Saraya gidip, centilmenlik adına, kuracakları partiyi haber vereceklermiş.
Ben bunu, “bizi parti kurmak zorunda bırakmayın, siz geriye çekilin bundan sonra partiyi de ülkeyi de biz yönetelim” şeklinde bir mesaj olarak okuyorum.
Ki, bence AK Parti’yi bu saatten sonra kurtaracak tek hamle de budur.
Dünyada eşi benzeri görülmemiş “Türk usulü” başkanlık sistemi 23 Haziran günü sandıkta çökmüştür.
İstanbul seçimi, bütün gücün bir elde toplanmasına, belediyeyi bile Cumhurbaşkanı’nın yönetmesini telkin eden bu sisteme, bu halkın çok net, çok açık bir mesajıdır.
Dünyadaki “popülist” siyasî dalgayı en iyi analiz eden siyaset bilimcilerden birisi olan Jan-Werner Muller, Kuzey Amerika’dan, Güney Amerika’ya, Avrupa’ya, Türkiye’ye varıncaya kadar, bütün dünyada popülist liderlerin küçük marjlarla seçimleri kaybetmeyi asla kabul etmeyeceklerini anlatıyor. Çünkü onların bu küçük farkları, bir hata, sadece kendilerinin sahih bir şekilde yansıtabilecekleri “millî iradenin” olsa olsa, yanlış bir tezahürü olarak gördüklerini söylüyor.
Ancak ortada çok ağır bir yenilgi varsa popülist liderlerin yenildiklerini anladıklarını ifade ediyor Muller. Şunları söylüyor: “Seçeneklerden birisi, popülistleri itiraz edemeyecekleri kadar ağır bir yenilgiye uğratmaktır… Sindirmesi daha zor ancak maalesef zorunlu olanı, popülistlere bir çıkış yolu sunmak ve seçimleri kaybettikleri zaman her şeylerini kaybetmek zorunda olmadıklarını söylemektir. Aşikârdır ki, yozlaşmış yönetimler için seçimleri kaybetmek varoluşsal bir krize dönüşür, çünkü onlar için ‘saray ile zindan’ arasında bir başka seçenek yoktur. Dolayısıyla, onların ve yakın çevrelerinin her şeylerinden yoksun bırakmadan gitmelerine izin vermek, hatta bunu yasaların dışına çıkmayı göze alarak yapmak nahoş bir durum gibi gözükse de, demokrasiyi yeniden inşa etmek ve korumak için ödenmeye değer bir bedeldir.”(1)
23 Haziran sonrası meydana gelecek siyasî gelişmeleri sayın Cumhurbaşkanı’nın hangi yanının bu gelişmelere yanıt verdiği belirleyecek. Rövanşist yan ön plana çıkıp, “ya herru ya merru mu” diyecek, yoksa siyasî dehası devreye girip, artık Türkiye’yi eskisi gibi yönetemeyeceğini kavrayıp, parlamenter sisteme dönüş dahil, radikal bazı adımların atılmasına izin mi verecek?
Bu soruları başka başka açılardan da sorabiliriz. Bir zamanlar AK Parti İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşçu’nun ifade ettiği, (siyasal İslam’ın) “inşa süreci”, toplumun üzerine geçirilmek istenen deli gömleğini kabul etmediğini, yırtıp attığını çok açık bir şekilde gösteren 23 Haziran seçim sonuçlarına rağmen, zorla devam ettirilmeye mi çalışılacak? Yoksa, demokrasiye doğru geri adımlar mı atılacak?
Bu soruların yanıtlarını almak için çok uzun süre beklemeye gerek kalmayacağını düşünüyorum. 23 Haziran’ın, iktidar açısından son derece kaygan hâle getirdiği siyaset ikliminde, ya o yana ya bu yana adımlar büyük bir hızla atılacaktır. Tek kesin olan, bu ağır seçim yenilgisinden sonra, artık hiçbir şeyin eskisi olmayacağıdır.
Not: Bu yazı 24 Haziran 2019 tarihinde P24’de yayınlanmıştır.