Yıllar önce Londra’da bir Kürt mültecinin beyanını alıyorum.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine bir başvuru yapacağız.
Bana İstanbul’da gözaltına alındığında nasıl işkence gördüğünü anlatıyor.
Anlatılan işkence korkunç tabi…
Ama ben bir insan hakları hukukçusu olarak 90’lı yılların işkence yöntemlerini zaten biliyorum; onlarda şaşırtıcı bir şey yok.
Asıl başka bir detay, benim pek çok şeyi sorgulamama neden olmuştu.
Bu genç adamı Emniyete sokarken, bir polis memuru saçlarından geriye çekip, Atatürk portresini ve Türk bayrağını gösteriyor ona…
Yani “bunlara sadakat” göstereceksin anlamında…
Bu sadakat talebinin ardından bir ton dayak yiyiyor bu genç…
Anlattığı bu sahne beni çok etkilemişti…
Bir Türk olarak, kendimi onun yerine koymaya, onun gibi hissetmeye çalışmıştım.
Ben bir Kürt olsam, saçımdan çekilerek gösterilen, altında bir ton dayak yediğim bir bayrak hakkında ne hissederdim acaba?
Mesele sadece bayrak meselesi de değildi üstelik…
Kürdün bütün varlığı inkar ediliyordu bu ülkede…
O 6-7 yaşına kadar evinde annesiyle babasıyla bir dil konuşuyor, okula gittiğinde, hiç bilmediği başka bir dille eğitim görüyordu.
Sonradan öğrendiği bu dilde gösterdiği muazzam başarıya şapka çıkarılacağına, onun farklı şivesi, farklı telaffuzu farklı muamele görmesine neden oluyordu.
Zaten onun dili yoktu.
Mahkeme’de konuşmaya kalkarsa, “bilinmeyen bir dilde konuştu” diye geçiyordu kayıtlara…
Hastaneye gittiğinde, İbraniceden, İspanyolca’ya her dilde tercüme yapılıyordu; ama onun annesine, dedesine, yine o tercümanlık yapmak zorundaydı, çünkü öyle bir dil yoktu.
O dil, ya dağda gezenlerin “kart kurt” diye çıkardıkları bir sesten adını almıştı veya “ilkel bir şeydi” işte…
Sadece dil meselesinde değil, gören gözler, duyan kulaklar için ayrımcılık ve ötekileştirme her yerdeydi.
Onların sorunları duyulmaz, görülmezdi.
Binlerce Kürt köyü yakılıp yıkıldığında, “ana akım medyada” bir kelime olsun bundan bahsedilmezdi.
Hani diyorlar ya, Kürtler bu ülkenin en tepesine kadar çıkabildiler, daha ne istiyorlar?
Doğru, bir Kürt çıkabilir ülkenin en tepesine, ama ancak, kendinden hiç söz etmeyerek, geçmişini, ailesini kökenini görünmez kılarak…
Asla Kürtçe konuşmayarak…
Bu söylediklerim sadece Türkiye için de geçerli değil üstelik.
Kürtler bütün Ortadoğu’da benzer muamelelerle karşılaştılar.
Örneğin, Suriye’de, vatandaşlıkları bile ellerinden alınmıştı.
Bir Kürt, mülk sahibi olamaz, resmen evlenemez, pasaport alamazdı.
Kendi ülkelerinde “vatansız”dılar.
Irak’ta şimdi “özerk” bir bölgeleri var; ama “Halepçe’de” olduğu gibi, rejim uzun süre onları, böcek gibi zehirlenecek birer yaratık gibi gördü.
İran, her daim, dillerine kültürlerine korkunç baskılar uyguladı.
Bütün bu zaman zarfında, bu ülkeler, asla tanımadıkları, asla özgürlük vermedikleri Kürtler’i bir diğer ülkeye karşı kullanılacak bir “kart” gibi gördüler sadece.
Onlar bulundukları bütün ülkelerde hep istenmeyen birer misafir oldular.
Tarih önlerine bazı fırsatlar çıkarıp da, has bel kader, birazcık özgür olma fırsatı doğduğunda, dört elle sarıldılar bunlara tabi.
Irak’da, Suriye’de kendi kendilerini yönetecek yaşam alanları kurmaya kalktıklarında, şüphe, kaygı ve korkuyla karşılandılar.
Kuzey Irak Kürdistan’ı yıllarca Türkiye için en büyük tehdit olarak algılandı.
Sonra, “dostluğun” herkese refah getirdiği anlaşılınca işler değişti…
Bütün bunları anlatmamın nedeni, “barış süreci” falan gibi yumuşamaların ardından tekrar “sizin bu ülkede yeriniz yok” noktasına gelmiş olmamız.
Ben Kürt sorununun ne olduğunu, ensesinden tutulup bayrak gösterilen ve ardından bir ton dayak yiyen Kürdün hikayesini duyunca anlamaya başlamıştım.
Onlar bu ülkede, (ve hatta bütün Ortadoğu’da) ev sahibinin kurallarına uyması gereken misafirlerdi.
Hiçbir zaman eşit vatandaş olamamışlardı.
Olmak istediklerinde de “bu evin kuralları var, ya uyacak, ya da çekip gideceksin” deniyordu.
Kusura bakılmasın ama, habire “misafir” olduğunu hatırlattığınız birisi, “ya ben de evin ortağı olayım veya evlerimizi ayıralım” dediğinde, neden o suçlu olmuş oluyor?