Hangi aileye doğacağımızı seçemediğimiz gibi, hangi ülkede dünyaya geleceğimizi, hangi devlete tabi olacağımızı da seçemiyoruz.
Bazı ülkelerde dünyaya gelmek cehennemde doğmak gibi.
Hele hele özünüz, ruh haliniz, düşünce dünyanız o ülkenin resmi ideolojisi ile çatışma halinde ise.
Mesela Çin’de Uygur olmak, Hindistan’da kast sisteminin altında bir yerde dünyaya gelmek, Şeriat rejimiyle yönetilen ülkelerde de kadın olmak, insanın asla büyüyüp serpilmesine izin vermeyen çelik bir yeleğin içine doğmak anlamına geliyor.
Kimi insanlar, bu çelik yeleğin hiç farkında olmuyorlar.
Bedenlerini, ruhlarını kuşatan, serpilip gelişmelerine engel olan, o çelik yeleği hayatın kendisi zannediyorlar.
Olması gereken öyle bir dünyaymış gibi geliyor onlara.
“Kafeste doğan kuşlar uçmayı hastalık zannederler” diye bir söz vardır.
İşte özgürlükten yoksun ülkelerin özgürlükten yoksun bazı vatandaşları dünyayı da aynen böyle algılıyorlar.
Ama bu ülkelerde bazı insanlar da özgür olmak istiyorlar.
Devletin, ideolojilerin, dinlerin hayatlarına musallat olmasından rahatsız oluyorlar.
İşte o zaman, o devletle bu insanlar arasında bir çatışma başlıyor.
Baskı rejimi, korkutarak, sindirerek insanları bu özgürlüksüzlük haline razı olmaya mecbur bırakıyor.
İnsanlar kronik bir rahatsızlığı kabul eder gibi, bu rejimlerin bedenleri, kıyafetleri, konuşmaları üzerinde kurduğu tasalluta boyun eğiyorlar.
Ama sonra bir anda, küçük bir kıvılcım çakıyor ve bu insanlar, esaretin içlerinde yarattığı, belki her daim kendilerinin bile farkında olmadığı öfkeyi zapt edemez hale geliyorlar.
Tıpkı İran’da 22 yaşındaki Mahsa Amini’nin “düzgün örtünmediği” için Ahlak polisinin uyguladığı şiddet sonucu ölmesinde olduğu gibi.
Rejim bir anda, bir kadının cesedi üzerinden, uyguladığı baskının korkunçluğunu, abesliğini ve ne kadar ceberrut olduğunu ortaya koyuveriyor.
Başı tam kapalı değil diye bir kadın dövüle dövüle öldürülüyor.
Bu görüntü, başlarını zorla kapatan bütün kadınların ve böyle bir rejimde yaşamak istemeyen erkeklerin içlerindeki isyan ateşini özgür bırakmalarına neden oluyor.
Sınır tanımaz bir öfke ile karşı karşıya kalıyoruz.
İran halkı molla rejiminin yıllardır uyguladığı baskı rejimine başkaldırıyor.
Rejimin yanıtı, beklendiği gibi, çok sert bir şekilde ortaya çıkıyor.
Daha şimdiden onlarca gösterici hayatlarını kaybetti bile.
Belki bu defa değil ama bir gün mutlaka İran’daki bu baskı rejimi yerle yeksan olacaktır.
Yıllar önce İran’ı ziyaret ederken, Tahran sokaklarında gençlerin gözlerinde yanan küçük ateşleri görmüştüm.
Üzerlerindeki baskı kalksa, birden bire bambaşka şekilde giyinecekleri, başka şeyler yiyip içecekleri, bütün görüntünün tamamıyla değişeceği belliydi.
Nitekim dönüş için Tahran’dan uçağa bindiğimde rejimin insanları nasıl bir iki yüzlülüğe sürüklediğini iliklerime kadar hissettim.
Tahran Humeyni Havalimanı’nda uçak yerde beklerken bütün kadınların başı örtülüydü.
Uçak havaya kalktığında dönüp baktım, tek bir kadının bile başında örtü yoktu.
Uçağa sihirli bir el değişmişti sanki.
Uçağın havalanmasıyla birlikte, kadınlar bütün yaşamlarını kuşatan çelik kafesin içinden çıkıvermişlerdi.
İnsanların kendilerini özgür hissetmediği hiçbir rejim ayakta kalamaz.
Belki İran bugün bu gösterileri şiddetle yine bastıracak.
Ama insanların saç kıllarına takıntı yapan bir rejimin sonunun gelmemesi mümkün değildir.
İran halkı sokaklarda “Kadınlar, hayat, özgürlük!” diye bağırıyor.
Çok güzel bir slogan bu.
Hayat, kadınlar, özgürlük hepsi de birbirine bağlı.
Nasıl ki, çelik kafeslerle fay hatlarının kırılmasını engelleyemezseniz, kadınlardan, hayattan ve özgürlükten bahseden bir halkı da durduramazsınız.
İran’lı mollalara söylüyorum:
Bir gün mutlaka yenileceksiniz…
Kadınlar, hayat ve özgürlük diyenler kazanacak!