Hukuk Çökerken

Yedi yüksek yargıcın, karar müzakere edilirken saatlerce sessiz kaldığı söyleniyor.
 Ağızlarını açmamışlar, tek bir kelime söylememişler.
 
Sanırım cübbe giymiyorlar ama nedense benim gözümde hep aynı sahne canlanıyor.
 
Siyah bir kuzgunun başını kanatlarının arasına saklaması gibi, sımsıkı cübbelerine sarılmışlar, ve biz onların yüzlerinde ne ifade olduğunu göremiyoruz, seslerini duymadığımız gibi, gözlerimiz bakışlarıyla buluşamıyor…
 
İstanbul seçiminin iptali gibi, ülkenin kaderini değiştirecek bir karar müzakeresinde yargıçlar nasıl sessiz kalabilirler?
 
Aynı kurulda beraber çalıştıkları meslektaşlarına ve aslında kendi mesleklerine saygının en temel kuralı değil midir, böyle bir karara nasıl vardıklarını açıklamak?
 
Bütün bir topluma karşı böyle bir borçları yok mudur?
 
Koca bir kenti tekrar sandığa götürecek, bütün ülkenin gündemini kilitliyecek böyle bir kararı neden ve nasıl verdiklerini açıklamak, önlerinde “yüksek” yazan bu yargıçların hiç sorgulanamayacak bir ödevleri değil midir?
 
Orada, o karar müzakere edilirken sustukları gibi, bu yazının yazıldığı an itibariyle de YSK gerekçeli kararını açıklamamıştı.
 
Bir töre cinayetinin ardından, yerde yatan maktulün etrafında toplanmış, derin bir sessizlikle cesede bakan insanlar gibi bu yargıçlar…
 
Verdikleri kararla, “hukuk devletini” tam kalbinden vurup öldürdüklerini biliyorlar.
 
Bu cinayeti, yaptıkları mesleğin ve hukukun içinden bir yerden açıklayabilmeleri mümkün değil.
 
Ağızlarını açtıkları anda, söyleyecekleri her söz, “saçmalık”, “hukuksuzluk” denilip bir kenara konulacak.
 
Konuştukları anda, meslektaşları onlara, “biz daha iki gün önce Bursa Kemal Paşa seçimlerine sandık kurulu üyelerinin kamu görevlisi olmaması nedeniyle yapılan itirazı reddetmedik mi?” diye soracaklar.
 
“Bir sorun varsa bile bu bizim hatamız” diye çıkışacak meslektaşları…
 
Belki birisi çıkıp, “hiç kimsenin kendi kusuruna dayanarak bir hak iddia edemeyeceği evrensel hukuk kuralıdır; biz de kendi kusurumuza dayanarak insanların seçme ve seçilme haklarını ortadan kaldıramayız” diyecek…
 
Ama konuşmuyorlar, ağızlarını bile açmıyorlar; tartışmaya girmeyi baştan reddediyorlar.
 
Çünkü hukuk içinde konuşabilecekleri, tartışabilecekleri bir şey yok…
 
Yerde yatan maktulün hukuk olduğunu ve bu cinayetin kendileri tarafından işlendiğini çok iyi biliyorlar…
 
***
 
Keyfîlik, hukuk tanımazlık dalga dalga ülkenin ve her kurumun içine, zehirli bir sıvı gibi yayılıyor…
 
Adaletin terazisi o kadar bozuk ki, iş YSK’nın “suskunlarıyla” falan kalmıyor…
 
Cumhurbaşkanına biraz sert bir eleştiri getirdiğinizde, polis ertesi gün sabahın köründe evinizi basıyor ve demir parmaklıkların ardında buluyorsunuz kendinizi…
 
Ama, ülkenin muhalefet liderini linç etmeye kalkarsanız veya sırf birilerinin hoşuna gitmeyen sözler söyledi diye, tetikçilerinize sopalarla gazetecileri dövdürürseniz, yaptığınız yanınıza kâr kalıyor…
 
Çubuk’ta Kemal Kılıçdaroğlu’nu linç etmek istediler.
 
Sopaları, demir çubukları istiflediler; profesyonel ajitatörler, ahaliyi kışkırttı; Kılıçdaroğlu ve yanındakiler, linççi grupların içine doğru itelendi; içine sığındığı evin yakılması için çığırtkanlık yaptılar…
 
Ana muhalefet lideri, kıl payı kurtuldu bu linç girişiminden…
 
Cumhurbaşkanına eleştiri getirenleri tutuklama konusunda bir dakika tereddüt etmeyen yargı, ana muhalefet liderinin canına kast edildiğinde, ortada ciddi bir suç göremedi…
 
Cumartesi annelerini, açlık grevindeki insanların acılı analarını, tazyikli suyla dağıtan polis, linççi gruplar karşısında çaresiz kalıyor nedense…
 
***
Bu korkunç linç girişiminin cezasız kalacağı belli olunca, ülkenin dört bir yanında, tosuncuklar mesajı aldılar ve hemen yeni hedeflere yöneldiler…
 
Gazeteci Yavuz Selim Demirağ evinin önünde kafası gözü yarılarak sopalarla dövüldü.
 
Gazeteci İdris Özyol’u da öldüresiye dövdüler…
 
Bu ciddi suçlar karşısında, savcılar dünyanın en özgürlük yanlısı hukukçularına dönüştüler, bir tek kişiyi bile tutuklamadılar.
 
Hukuk, insanların canına kast edilmesi karşısında sessiz kaldı; yeni linçlerin yolu açıldı…
 
***
Linççileri hiçbir şekilde tutuklamayanlar, söz konusu olan, iktidarın canını sıkan, gazeteciler, politikacılar olunca, en yüksek Mahkemelerin kararlarına rağmen cezaevlerinin kapılarını bir türlü açmıyorlar.
 
Selahattin Demirtaş için AİHM’nin verdiği ağır mahkûmiyetin gereğini yerine getirmemek için hukuka takla attırdılar…
 
Üstelik Demirtaş kararında AİHM, 18. Maddeden de mahkûmiyet vermiş, yani, sen hak ve özgürlükleri hukuk dışı nedenlerle kısıtlıyorsun demişti…
 
AİHM’nin verdiği ağır mahkûmiyet kararına rağmen Demirtaş demir parmaklıklar ardında gün saymaya devam ediyor…
 
Aynı şekilde, AİHM’nin Mehmet Altan ve Şahin Alpay başvurularında verdiği karara uyulsaydı, bugün bir tane gazeteci hapishanede olmazdı.
 
AİHM bu kararlarında, nefret ve şiddete teşvik yoksa, bir gazeteciyi sadece yazıp çizdiklerinden dolayı, yakalayıp, tutuklayamazsın demişti.
 
Yani bu insanların özgürlüklerinin kısıtlanması için makul bir suç şüphesi bulunmadığına hükmetti AİHM…
 
Bu kararlar üzerine, aynı durumdaki tüm gazeteciler serbest kalacağına, AİHM’nin tutuklama için yeterli görmediği delillere dayanarak Altan ve Şahin’e en ağırından hapis cezaları verilebildi.
 
***
Geçenlerde AİHM başka önemli bir davada, Anayasa Mahkemesi’nin eski üyelerinden Alparslan Altan’ın haklarının ihlal edildiğine hükmetti.
 
Altan, AİHM önünde dile getirdiği şikâyetleri daha önce AYM önünde de dile getirmiş, ama bunların hiçbirisine itibar edilmemişti.
 
Kendi üyesinin bile temel haklarına saygı göstermeyen bir mahkemeden, biz sıradan bireylerin haklarını korumasını nasıl bekleyeceğiz?
 
***
Hakkımız, hukukumuz çiğnendiğinde nereye sığınacağız?
 
Tıpkı YSK gibi, ceza mahkemeleri de, öylesine önemli, korkunç çelişkiler karşısında sessiz kalıyorlar ki, insan bunları izlerken dehşete kapılıyor.
 
Ağır ceza mahkemeleri epey bir içeride yatırdıktan sonra, insanları serbest bırakıyor, ama savcılar itiraz ettiğinde, hiçbir neden göstermeden yeniden tutukluyorlar.
 
Büyükada davasında Taner Kılıç’ın başına bu geldi; Çağdaş Hukukçular Derneği üyesi avukatlar serbest bırakıldıktan sonra, dosyaya hiçbir yeni bilgi, belge girmediği halde, avukatlar yeniden tutuklandılar…
 
Bu mahkemelerin yargıçları da tıpkı YSK üyeleri gibi, bu akıl durdurucu kararları neden aldıklarını bir türlü açıklamadılar.
 
Neden sabah bıraktığınız insanları, akşam tekrar tutukluyorsunuz?
 
Bunları nasıl olup da bir gerekçe açıklamadan yapabilirsiniz?
 
***
Hukuk bizzat hukukçular eliyle katlediliyor.
 
Hukuk devleti, bir balyozla parçalanmış cam taneleri gibi, tuzla buz oluyor…
 
Türkiye, 2019 yılında hukukun üstünlüğü endeksinde 126 ülke arasında 109’uncu sıraya düştü…
 
Bir ülke hukuk olmadan nasıl ayakta kalabilir?
 
Temelleri çökmüş bir binayı kim ayakta tutabilir?
 
Hukuk yok olursa devlet denen şeyden geriye ne kalır?
 
***
 
Bir insanın bağışıklık sistemi gibidir hukuk.
 
O bağışıklık sitemini ortadan kaldırdığınızda, şu ya da bu hastalıktan dolayı ölüm ve çürüme kaçınılmazdır.
 
Bir insanın bağışıklık sisteminin bir doktor tarafından ortadan kaldırılması karşısında nasıl bir hayret ve dehşet duyacaksak, hukukun da hukukçular tarafından katledilmesi karşısında aynı hayret ve dehşeti duymalıyız.
Buna asla alışmamalı, bu hukuksuzlukları, hukuk devletinin katledilmesi için atılan adımları asla normalleştirmemeliyiz.
 
Kararlarını gerekçelerini açıklamayarak, yaptıkları hukuksuzluklara alışmamızı istiyorlar…
 
Alışmayacağız ve yaptığınız hukuksuzlukları normalleştirmeyeceğiz! 
Not: Bu yazı ilk olarak P24’de 20 Mayıs günü yayınlanmıştır
    
 
 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir