Bu sözler, Türkçe edebiyatın zirve metinlerinden birisi olan, Hakan Günday’ın Daha isimli romanından…
Çaresiz kalan insan, içinde bulunduğu durumdan kurtulmak için her şeyi yapabilir.
Sonu korkunç hüsranla bitecek işlere de girişebilir.
Mesela, küçücük çocuklarını da yanlarına alıp, fındık kadar botlara doluşup, Ege’nin azgın sularını aşmaya çalışırlar…
O fındık kabukları yarı yolda alabora olur; o küçücük çocuklar, ne olduğunu bile anlayamadan anne babalarıyla mavi suların derinliklerinde bulurlar kendilerini.
İşleri aşları ellerinden alınmış KHK’lılar, botlara doluşmuş, başka hayatlara, başka ülkelere gitmeye çalışıyorlar…
Bir gece yarısı, işlerini aşlarını kaybettiklerini, Resmî Gazete’nin soğuk sayfalarında okuyan insanların kaçı, yurt dışına kaçmaya çalışırken hayatlarını kaybetti bilmiyoruz…
Bu tür denemelere girmeden, doğrudan hayatına son verenlerin kaç kişi olduğuna dair bir fikrimiz var: Bugüne kadar 46 KHK’lı intihar etmiş. Öyle diyor CHP’nin OHÂL raporu.
***
Eğer Türkiye’de aile bağları bu kadar kuvvetli olmasa, muhtemeldir ki, intiharlar da, yurt dışına kaçarken ölenler de çok daha fazla olurdu.
Çünkü, insanları çaresiz bırakmaya yönelik bir politika var.
Sadece işlerinden atılmakla kalmadı bu insanlar; bütün özlük haklarını kaybettiler; başka bir işe giremeyecekleri söylendi; pasaportları ellerinden alındı.
Yani “artık sana burada hayat yok; ama buradan da ayrılamazsın” denildi.
***
Devletler kan davası gütmezler. Devlet dediğimiz şey, hukukla terbiye edilmişse, sıcak duygularla insanların peşini kovalamaz.
Evet Türkiye’de kanlı bir darbe girişimi oldu. Bu darbe girişiminden sonra, elbette ki, bu işlere kalkışanlar yargılanacaktı; onlarla bir şekilde bağlantılı olanlar işlerini kaybedeceklerdi.
Hadi, daha da ötesine gidelim; bir cemaatin, devletin güvenlik ve yargı bürokrasisi içinde kapladığı o muazzam yere bir son verilecekti.
Avrupa’da bunlara “benzer” işler olmuştur. Örneğin, Komünist rejimlerin çökmesinin ardından, o rejimle bağlantılı çok sayıda bürokratın işlerine son verildi. Buna da “lustration” (arındırma) denildi.
Fakat heyhat, bizdeki gibi, yüz binlerce insana, sadece “işinden kovuldun, bundan sonra da, hiçbir yerde çalışamazsın” denilmedi.
Yargı yolu hep açıktı.
***
Bizde, OHÂL’in de arkasına sığınarak, bir gecede insanların hayatları cehenneme çevrildi.
Hukuk yolu olarak da, bir OHÂL Komisyonu kuruldu.
İnsanların, işten atılma gerekçelerini hiçbir şekilde bilmeden yaptıkları başvurular için bu komisyonun etkili bir yol olduğu söylendi.
Aslında, yapılan, insanların iç hukuk yollarını tüketerek AİHM’e gitmelerinin önünü kesmekti.
Ve bu kötü tiyatro oyunu, AİHM tarafından da utanç verici bir şekilde kabul edildi. AİHM de “ilk önce bu komisyona, arkasından yargı yollarına git, ondan sonra bana gel,” dedi.
Buna göre KHK’lılar ilk önce OHÂL Komisyonu’na başvuracak, orada başvuruları reddedilirse, İdare Mahkemesi’ne, oradan Danıştay’a, oradan Anayasa Mahkemesi’ne ve en nihayetinde de AİHM’e gidebilecekti…
Yani, işlerini aşlarını kaybetmiş insanlara 10 yıllık bir yol gösterilmiş oldu.
***
Peki OHÂL Komisyonu ne yaptı bu arada? Tabii ki, bu kötü tiyatro oyununun ne olduğunu en başta anlayan herkesin tahmin edeceği gibi, başvuruların ezici bir çoğunluğunu reddetti.
TRT’nin haberine göre OHÂL Komisyonu 2019 yılına kadar 77 bin 900 başvuruyu karara bağlamış, bunlardan sadece 6 binini kabul etmiş.
Bir gün, bu başvurular “iç hukuk yollarını” tüketip AİHM’e ulaşabilirse, elbette pek çok vakada ihlal kararı verilecek.
Çünkü biraz önce sözünü ettiğim, o “arındırma” (lustration) politikaları sonucu Doğu Avrupa’dan giden davalarda AİHM’in geliştirdiği yaklaşımı biliyoruz.
AİHM sadece işten çıkarmakla yetinmeyip, insanların başka işlere girmesine kısıtlamalar getirilen tüm vakalarda (Örneğin, Sidabras and Dziautas v. Lithuania, Turek v. Slovakia) hak ihlali tespit etti. Aşırı tedbirlerin insanların “özel hayatlarına” müdahale oluşturduğunu söyledi.
Yani Türkiye’de uygulanan KHK rejimi bir gün AİHM’e ulaştığında mahkûmiyetlerle sonuçlanacak. İnsanları işlerinden atıp, bir yerde sigortalı olarak bile çalışamaz hâle getiren bir rejimin en küçük bir hukukî testi geçebilmesi elbette ki söz konusu değildir.
***
Fakat bırakın hukuku, bütün bu işlerin nasıl vicdanlara sığdırıldığını da anlamakta büyük güçlük çekiyorum.
KHK’lıları sanki yurttaşlıktan çıkmışlar gibi bir muameleye tâbi tutmak, işlerini aşlarını ellerinden almakla yetinmeyip, açlığa mahkûm etmek için biteviye çaba göstermek, hangi dinin hangi kaidesine, hangi ahlâkın hangi kuralına uyar?
Bir devlet, kendi vatandaşlarına karşı kan davası güdebilir mi?
Devlet dediğimiz bir kurum, insanlar gibi “sıcak” duygularla hareket ettiğinde, onun artık bir kurum olduğundan söz edilebilir mi?
Tıp profesörlerini, doktorluk yapamaz hâle getirmek, aç kalmamak için benzincide pompacılık yapmaya zorlamak, hangi kitabın hangi sayfasında yazıyor? Hangi vicdana sığıyor?
Bütün bunları yapıp, bu zulümleri çekenleri, ülkenin başkentine gelip, barışçıl bir şekilde toplanmaktan bile men etmek hangi mâşerî vicdanın içinde bir yer bulabilir?
***
İnsanları çaresiz bırakın iç organlarından roket yaparlar.
Yapamazlarsa, fındık kabuklarının içinde azgın dalgalara bırakırlar kendilerini.
Ama insanları çaresiz bırakmayı kendine iş edinen bir düzen, nasıl bir düzendir? Hangi kitapta, hangi raconda, hangi vicdanda bu işlerin yeri vardır?
Devlet, intikam ateşiyle gözleri görmez hâle gelmiş bir birey gibi hareket etmeye başladığında, geriye ne kalır?