Son olarak Macaristan seçimleri gösterdi ki, bütün muhalefet bir araya gelse bile, çok güçlü bir aday çıkaramayınca seçim kaybediliyor.
Elbette ki, bunda otoriterleşen rejimin liderinin iktidarın olanaklarını insafsız bir şekilde kullanabiliyor olmasının da büyük payı var.
Ama sonuç değişmiyor; seçimi kaybettiğinizde iktidarı değiştiremiyorsunuz.
Eğer bizim muhalefet çok güçlü bir aday çıkaramazsa, bu seçim de kaybedilebilir.
Hiç kimse, Erdoğan’ın seçim kazanma konusunda sahip olduğu dehayı küçümsememeli.
Bu konuda da bir uçtan diğerine kolayca savrulan geniş bir kitle var.
Bu iktidarın seçimleri hileyle kazandığı inancından, bu seçimde Erdoğan’ın karşısına kim aday çıksa onun kazanacağı inancına savruldu pek çok insan…
Bu inançlardan ilki, çocukça bir hakikati inkâr refleksine dayanıyor.
Yenilgiyi olgunlukla sindirip gerçek çözümler bulmak yerine, bir züğürt tesellisinin peşine takılınılıyor.
İkincisi, yani Erdoğan’ın artık karşısına kim çıkarsa çıksın kazanacağı yönündeki kanaat de başka bir doyum getirici düşünme biçimi.
Bu, iktidarın ciddi bir sosyolojik tabanı olduğunu, liderinin arkasında kilitlenmiş bir kitle olduğu gerçeğini inkâr ediyor.
Meselenin bütün karmaşık görünümüne rağmen, Erdoğan’ın önüne çıkması muhtemel üç aday var.
Bunlardan ilki Kılıçdaroğlu ve o en zayıf aday aslında.
Parlamenter sistemin ilk Cumhurbaşkanının Kılıçdaroğlu olması gerektiğini daha önce yazdım.
Ama bu seçimde rejimi oylayacağız ve Kılıçdaroğlu, toplumun bütün kesimlerinden oy alamıyor.
Daha da kötüsü, Erdoğan’ın artık virtüözlük düzeyine ulaştığı kutuplaştırma sanatı için maalesef Kılıçdaroğlu çok uygun bir aday.
O yüzden de zaten gerek Erdoğan, gerekse AKP onu aday olarak görmek istiyorlar.
Solak bir boksörün, sağ elini kullanan bir rakip istemesi gibi bir şey bu.
Bu konuda çok antrenmanlılar, böyle bir aday karşısında, nasıl kendilerince “zıtlıkları” kullanacaklarını çok iyi biliyorlar.
İkinci adayımız Mansur Yavaş.
Yavaş’ı bugün iyi bir aday gibi gösteren her şey, seçim meydanlarına çıkıldığı anda onun kolayca silinip gitmesine neden olacak cinsten.
Mansur, “iş yaptığı” ama “konuşmadığı” için çok popüler.
Ağzını açmadığı sürece, çok iyi bir aday olduğu kesin.
Ama Erdoğan gibi bir söz ustasının karşısında, meydanların, kitlelerin kantarına çıktığında bir anda tüy sıklete dönüşecek bir aday o.
Bir de Akşener’in parlamenter sistemin ilk başbakanı olması ihtimalini düşünün.
Mansur’un Cumhurbaşkanı, Akşener’in başbakan olduğu bir Türkiye aşırı sağ kıskacından çıkabilir mi?
Geriye elimizde bir tek İmamoğlu kalıyor.
Son çıkışlarıyla, hatırı sayılır sayıda seçmenini küstürüp kızdırsa da maalesef seçimi kazanmaya ve geçiş döneminin Cumhurbaşkanı olmaya en uygun aday o.
İmamoğlu’nun handikaplarının elbette farkındayım.
İnsanların bir “tek adam” yönetiminden bu denli bıktıkları bir dönemde, “akıllı olun!” diye konuşan, kendisini eleştirenlere “vız gelir tırıs geçer!” diyen bir İmamoğlu “yeni bir tek adam olur mu?” korkusunu besliyor…
Ama önümüzde çok karmaşık bir denklem var ve bu denklemde, iktidar kapısını açmak için ondan daha iyi bir aday görünmüyor.
Denklemin karmaşıklığı şurada: Altı lider parlamenter sisteme geçiş üzerine anlaştı ama ekonominin yıkıcı etkileriyle boğuşan halkın bu ne kadar umurunda?
İnsanlar pazarda markette dokundukları her şeyden elleri yanarken, parlamenter sisteme geçiş gibi projelerle avunabilirler mi?
Yoksa, halk en kısa yoldan çözüm önerecek olanların peşine mi takılır?
Evet hepimiz “güçlü” liderlerden bıktık ama bu kadar korkunç ekonomik sorunlarla boğuşan bir toplumu, sadece parlamenter sistemin gelmesiyle, refaha kavuşacağına inandırabilir misiniz?
Ben önümüzdeki olağanüstü karmaşık sorunlar yumağına baktığımda şöyle bir çözüm öneriyorum:
Büyük bir konsensüs oluşturulmalı. Bu konsensüs, şu anda mevcut Cumhurbaşkanı yetkilerinin belli bir süre daha kullanılmasını ama ardından parlamenter sisteme geçilmesini içermeli.
Böylece, 6’lı masanın adayı toplumun önüne acil sorunları süratle çözeceği vaadiyle çıkabilmeli.
Örneğin İmamoğlu, “ben iki yılda bütün ekonomik sorunları çözmeyi ve Türkiye’yi parlamenter sisteme geçirmeyi taahhüt ediyorum” demeli.
Ekonomi programını ve ekonomi kurmaylarını (Örneğin Ali Babacan) toluma açıklamalı.
Paradoks şurada: Evet, Türkiye’nin geleceği parlamenter sistemde yatıyor.
Ama hem seçimi kazanmak ve hem de geçiş sürecini başarılı bir şekilde atlatabilmek için, sınırlı bir süreyle mevcut Cumhurbaşkanlığı yetkilerini kullanmaya ihtiyaç var.
Parlamenter sisteme hemen geçeceğiz diye yapılacak hamleler, mevcut iktidarın yeniden seçimi kazanmasına ve özlenen o rejime onlarca yıl daha geçememeye neden olabilir.
Bütün bu sürecin yönetilmesi de ayrı bir liderlik işi.
İstanbul seçiminde iktidarı yenen Kılıçdaroğlu, Türkiye’yi bu zorlu sınavdan da geçirebilir.
Bu zor süreci yönetebilir.
Ama bunu yapabilmesi için, aday olmaktan çekilmesi gerekiyor.
İktidarı yenmek için ilk önce Kılıçdaroğlu’nun kendi egosunu yenmesi gerekiyor.
Bu seçimde Cumhurbaşkanı adayı olmaktan vazgeçtiği anda bütün bu süreci en iyi şekilde yönetebileceğinden eminim.
İhtiyaç duyduğumuz sihirli formül bu işte…
Bende diyorumki, Cumhurbaşkanı adayı Mansur bey olmalı diğer konulara katılıyorum.
İki belediye başkanı aday olmayacak. Olmamalı da. Kemal bey de olmamalı. O, hem CHP’nin başında durmak zorunda hem ittifakın koordinasyonunu sağlamak zorunda. O halde aday kim olmalı? Kemal beyin elinde bir aday var. Eğer dezavantaj denilecekse bu adayın dezavantajı tanınmıyor olması. Yoksa, Türkiye’nin en iyi Üniversitesinde iktisat okumuş. Müthiş bir stratejist. Devleti bilen. Felsefe ve sosyolojiyi hatim etmiş. 78 kuşağının hızlı devrimcisi. Demokrat, Atatürkçü…. tüm kesimlerin desteğini alabilecek bir aday. Tek sorun O’nu kimse tanımıyor. Formüldeki aday işte bu…