Okuduklarımdan beğendiğim kitapları facebook ve instangram sayfalarımın “hikayeler” bölümünde paylaşıyorum.
Fakat haftalardır elimde dolaştırdığım “Köpekleri Seven Adam” isimli kitabı bitirince, sadece kapak fotoğrafını paylaşmak biraz haksızlık olacak gibi geldi bana.
Kübalı yazar Leonardo Padura bu romanda Troçki’nin sürgün yıllarını anlatıyor.
Nasıl işlendiğini bildiğimiz bir cinayetin arka planını gözler önüne seriyor.
786 sayfalık kitabı gözümüzü bile kırpmadan okutuyor bizlere.
Troçki buz baltası kafatasını kırıp beynine ulaştığında katilin hayatı boyunca unutamayacağı bir çığlık atıyor.
Bir ütopyanın nasıl kara bir kabusa döndüğünü anlatan bir çığlık o.
Devrimin kendi evlatlarını nasıl yediğini görmemiz için onlarca yıldır havada asılı kalmış, acı dolu bir haykırış.
Roman bize bir taraftan, Troçki’nin nasıl adım adım yalnızlaştırıldığını, sevdiği insanların, ailesinin nasıl teker teker elinden alındığını anlatıyor; öbür taraftan da buz baltasıyla Troçkinin arkasında dikilen İspanyol/Katalan Sosyalist Ramon Mercader’in hikayesine tanıklık ediyoruz.
Mercader’in hikayesi “bir bebekten nasıl bir katil yaratıldığını” gözler önüne seriyor.
Kitabı okurken, hep aklım Yaşar Kemal’in “Yılanı Öldürseler” romanına gitti.
Annesini öldürmesi için bütün köyün hiç durmadan çocuğun kulağına fısıldayıp durmaları gibi, Ramon Mercader’in de kulağına sürekli olarak birileri devrimin düşmanlarını yok etmesi gerektiğini fısıldıyor.
İnsanlığa cenneti vaat eden bir devrim, o devrime inanmış genç bir adamı elinde bir baltayla, devrimin anne-babasından birisi olan Troçki’nin ensesine dikiyor.
“Kahramanlar” ve “hainlerin” sürekli yer değiştirdiği bir tarih parodisi bu.
Kitabı bir “davaya” inanan herkesin okuması gerektiğini düşünüyorum.
Davalar nasıl olup da en ulvi amaçlardan söz ederken, en korkunç, en iğrenç yerlere ulaşıyorlar?
İktidarı ellerine geçirenler tarihi nasıl yeniden yazıyorlar?
İnsanlar fotoğraflardan, hafızalardan nasıl siliniyor?
Mahkemeler, nasıl birer terör makinasıne dönüşüyor?
Kitabı okurken bin bir başka soru dolaştı aklımda.
Bir yerde Troçki yenilgiyi kabul edip, tamamen köşesine çekilerek çocuklarının teker teker öldürülmesini engelleyebilir miydi?
Evet kitap bize cehenneme dönmüş bir hayatı anlatıyor aslında.
En son Meksika’da duvarları tahkim edilmiş bir evde, sokağa adımını atamayan, bahçede tavşanları ve kaktüsleriyle avuntu bulmaya çalışan bir Troçki görüyoruz.
Evi silahlı adamlar tarafından basılıp, bir suikast girişiminden kıl payı kurtulduktan sonra, en çok kırılıp dökülen kaktüsleri için üzülen bir Troçki.
Aynı Troçki Büyükada’daki evlerinde, bir kök, bir bağlılık duygusu ve bir ayakbağı yaratır diye, bahçeye bir çiçek ekilmesine bile izin vermemişti oysa.
Meksika’da ise, saldırıdan sonra, gözü gibi baktığı kaktüsleri için yas tutuyor; torununa bir şey olmadı diye kendisini avutuyor.
Belki de bütün bunlar onun yenilgiyi çoktan kabul ettiğinin işaretleri.
Ama o ölüme yazgılı birisi, insanlığın büyük yürüyüşünün bir parçası olduğuna inanan bir devrimci onu öldürecek buz baltasının sapını çoktan kısalttırdı bile…
Bu cinayeti işleyebilmek için, öylesine insan üstü bir çaba gösterdi ki…
Sırf Troçki’ye yaklaşabilmek için, yıllarca hiç sevmediği, hatta tiksinti duyduğu Troçkist bir kadınla sevişti; bambaşka kimliklere büründü…
Devrime “ihanet” eden Troçki’yi ortadan kaldırmak için baltayı indirdiğinde, hayatı boyunca kulaklarında çınlayacak o korkunç çığlığı duydu…
Bu kitap, o çığlığı anlatıyor işte…
Bunu da en küçük bir duygu sömürüsü yapmadan, mağduru aziz mertebesine çıkarmadan, katili bir karikatüre dönüştürmeden anlatmayı başarıyor.
Leonardo Padura’nın Köpekleri Seven Adamı’nı hararetle salık veriyorum.