AK Parti’nin hegemonik iktidarını tesis etmek için attığı adımlara bakınca, bu politikaları oluşturanların, Marksist düşünür Gramsci’den ciddi bir şekilde etkilenmiş olabileceklerini düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum.
Sivil toplumun güçlü olduğu Batı ülkelerinde iktidarın Rusya’daki gibi, işçi sınıfı ve egemen sınıflar arasındaki ani bir çarpışmayla elde edilemeyeceğini, kademe kademe ele geçirilebileceğini anlatıyordu Gramsci ve buna da “siper savaşı” adını veriyordu.
Yani ancak siperleri ele geçirerek ilerleyebilirdiniz.
Karşınızda gördüğünüz gücün bir siperini elde edip sonra, başka bir sipere yönelirsiniz.
AK Parti de öyle yapmıyor mu?
Karşısında konumlandığını düşündüğü medyayı, yargıyı, kurumları tek tek zapturapt altına alıyor.
AK Parti’li demagoglar, bunun karşısında, halk iradesini arkasına alan iktidarın elbette ki kurumları da şekillendireceğini söyleyebilirler.
Ama tanık olduğumuz şey bir şekillendirme falan değil, kendi aygıtı hâline getirmekten ibaret.
Bütün kurumların kendi varoluş sebeplerini unutup, tüm meşruiyetlerini iktidarın hedeflerine hizmet etmekten aldıkları bir sistemin kurulmasına tanıklık ediyoruz.
Devlet aygıtlarının işleyişinde meşruiyet kaynağını, Anayasa’dan, kanunlardan ya da bazı düzenlemelerden değil, o somut olayda nasıl hareket edilmesi gerektiğini söyleyen veya söylediği varsayılan bir iradeden alıyor.
“Savunma yürüyüşü” için Ankara’da yürümeye çalışan baro başkanlarına yapılan muameleye bakın!
Bu baro başkanlarının, yürüyüşlerinin engellenmesi, Ankara barosunun onlara yiyecek vermesinin, Büyük Şehir Belediyesinin çadır kurmasının, hattâ oturmaları için bir sandalye verilmesinin engellenmesi hangi hukuk kuralına dayanıyor?
Bu yaşananlara polis devleti bile demek mümkün değil.
Çünkü polis devleti dediğiniz durumda bile, şiddet kullanan veya keyfî davranan kişilerin, kurumların kendilerine ait bir iradesi vardır.
Baro başkanlarının yürüyüşünü ise bir “talimat” durduruyor.
O öyle bir talimat ki, onu uygulayanların ne hukuki kaidelere ne de bildikleri bir “racon”a uygun davranmaları gerekiyor.
Bu talimat devletinde, bakılacak tek şey talimatın ne kadar yukarıdan geldiği, en yukarıdakinin iradesini yansıtıp yansıtmadığı…
Türkiye’de eskiden de doğru düzgün bir hukuk devleti yoktu.
Ama şu anda tanık olduğumuz şey bir talimat devletidir.
O talimatları uygulayanlar için, Anayasa’nın, hukukun ne dediğinin bir önemi yoktur.
O yüzden tanık olduğumuz pek çok başka şey gibi baro başkanlarının maruz kaldığı muameleyi de hukukun terimleriyle tartışmak, sadece tartışanın zekâsı hakkında muhataplarında şüphe yaratabilir.
İktidar, sözde muhalif, ama insan hakları ihlalleri konusunda çıtı çıkmayan, en ağır hukuk ihlallerini bile görmezden gelen, ulusalcı kadrolar yönetimlerinden uzaklaştığından beri barolardan çok rahatsız.
Barolar, hukukun herkesin üzerinde olduğunu hatırlattıkları her eylem ve sözleriyle bu talimat devletine yönelik ciddi bir tehdit ortaya koyuyorlar.
Avukatlık Kanunu’nun 76. maddesi baroları “insan haklarını savunmak ve korumak”la yükümlendiriyor.
AK Parti’nin barolar için yapmayı düşündüğü hukukî düzenlemelerin detaylarını bilmiyoruz. Ama herhalde ilk değiştirecekleri şeylerden birisinin de bu madde olduğunu tahmin etmek güç değil.
İstenen, “Yeşil Pasaport” için iktidara müteşekkir olan, hukuk ve insan hakları gibi boylarını aşan şeylerle uğraşmayan, iktidarla uyumlu barolar yaratmaktır. Bu yapılamıyorsa eğer, hedef, kollarını, kanatlarını ve etki güçlerini kırmaktır…