İnsanların olgunlaşma düzeylerini anlamak için anne-babalarıyla kurdukları ilişki biçimine bakabilirsiniz.
Ben en olgun insanların ebeveynlerini oldukları gibi görebilenler olduğunu düşünüyorum.
Anne babasına tapınan ama kişilik olarak tamamıyla olgunlaşmış birisini gördünüz mü?
Ya da tersi, anne babasından bütünüyle bir iblis yaratan ama aynı zamanda kendiyle barışık olan birisini tanıyor musunuz?
Anne babalarımıza ilişkin hakikat, bütün bu iyilik-kötülük skalasının şu ya da bu tarafına yakındır; ama hiçbir zaman bütünüyle siyah ya da bütünüyle beyaz değildir.
***
Aynı şey, İngilizce deyimden ödünç alarak söylersek, bir ülkenin kurucu babaları (Founding Fathers) için de geçerlidir.
Ama Türkiye’de bu ülkenin “kurucu babaları” için insanların zihinlerinde, kalplerinde oluşan kurgular, imajlar, kalıplar; ucuz, basit şeytan ve melek ikonalarının ötesine geçemedi.
Atatürk ya tek gözü kör bir “iblis”ti ya da “mavi gözlü bir dev”.
Ülkedeki bütün kötülüklerin ondan kaynaklandığını ileri sürenlerin karşısına tapınma düzeyinde Atatürk hayranları çıktılar.
***
Bu ülkede bir gün dört dörtlük bir demokrasi kuracaksak eğer bunun önemli unsurlarından birisi de Atatürk’le dürüstçe, mertçe, dört dörtlük hesaplaşmak olacak.
Türkiye toplumu, Atatürk’ün her yaptığını gözü kapalı şekilde kabul veya gözü kör bir nefretle reddetmek zorunda olmadığını öğrendiğinde tarihin yükünden kurtulacağız.
***
Bu yazıyı, “Hepimiz nasıl ‘Kemalist’ olduk” yazıma gelen tepkiler üzerine yazıyorum.
Daha doğrusu, o yazıda ileri sürdüğüm düşüncelerimin izini daha uzağa doğru sürmem gerektiğini söyleyen dostlarıma cevaben bu satırları karalıyorum.
Evet aynen o yazıda söylediğim gibi, dünyada ve Türkiye’de yaşanan pek çok gelişme, insanların bu ülkede “çantada keklik” kabul ettikleri seküler hayat biçimlerinin hiç de öyle cepte sayılamayacağını, her açıdan tehdit altında olduğunu görmelerine neden oldu.
Bu nedenle Atatürk belki de hiç olmadığı kadar popüler bir hale geldi; onunla karşıt uçlarda gibi görünen aydınlar kendi ilişkilenme biçimlerini; mesafelerini sorgulamaya ve anlatmaya başladılar.
Türkiye için çok hayırlı gelişmelerdir bütün bunlar…
***
Şimdi ben bu işin neresindeyim, dürüstçe onun muhasebesini de ortaya koyayım.
Ben de bu ülkedeki seküler yaşam biçimini çantada keklik olarak gören ve bu bahiste Atatürk’ün hakkını vermeyenlerden birisiydim.
Bu konuda kendimi ciddi şekilde sorguluyorum.
Seküler olmayan bir Türkiye’de yaşayamam.
Eğer durum buysa, o seküler yaşamın temellerini atmış kişiye hakkını teslim etmek zorundayım.
Türkiye’nin kadınlara dünyada oy hakkı tanıyan öncü ülkelerden birisi olması benim düşündüğümden çok daha önemliymiş.
Hukuk alanının Şer’i hükümlerden arındırılmasını, bugün, yaşamsal önemde ileri doğru atılmış bir adım olarak görüyorum.
Devletle din işlerinin ayrılmasını; eğitimin sekülerleştirilmesini ve daha nice adımları bugün farklı şekilde değerlendiriyorum.
***
Ama bütün bunları böyle görmem, Atatürk’ün “otoriter” mirasını görmezden gelmeme neden olmuyor.
Dersim katliamının mağdurlarının yaşadıkları acıları yüreğimden söküp atmıyor.
Bir hukukçu olarak, asla kabul edilemez bulduğum İstiklal Mahkemeleri’nin yargılama biçimlerini, önemsiz bir teferruat olarak görmüyorum.
Daha pek çok eleştirim bakidir.
***
Yaşananların hiç birisinin de “ülkenin o günkü koşulları böyleydi” denip görmezden gelinemeyeceğini düşünüyorum.
Yaşadığım duygu şudur: Benim içinde nefes alabileceğim, yaşayabileceğim ülkeyi Atatürk kurdu. Ama bu hissiyatım hiçbir şekilde Atatürk’ten bir peygamber yaratmama sebep olmuyor. Seyid Rıza’nın idam sehpasındaki sözleri her zamanki gibi yüreğimi dağlıyor.
Dersim’in Kayıp Kızlarının yasını tutuyorum hala…
***
Siyah ve beyazın ötesinde bir Atatürk arıyorum.
Türkiye’nin de bunu yapması halinde büyük bir adım atacağını düşünüyorum.
Yazının sağlam bir temeli olmadığını düşünüyorum. Bütünsel bir bakış için köz gazetesinde yayınlanan 30 Ağustos ile ilgili detaylı yazıyı okumanızı öneririm.