Uzun yıllardan beri, Türkiye’nin geçmişte yaşanan acıları hatırlatan yapıtlara, heykellere, mekanlara ihtiyacı olduğunu düşünürüm.
Hani diyorlar ya, Ermeniler “Tehcir” sırasında, kasıt bu olmamasına rağmen, ölüp gittiler.
Ben de hep, eğer Ermeniler gerçekten savaş koşullarında, “istenmeden” ölüp gittilerse neden onların adına dikilmiş bir anıt yok bu memlekette diye sorup durdum.
Eğer Ermeni komşularımız, 1. Dünya Savaşının olağanüstü koşullarında hayatlarını kaybettilerse, neden Türkiye’yi işgal etmeye çalışırken ölen Anzaklar’ın anısına anıtların dikildiği bir ülkede onları anan bir yapıt yok?
Bu soru pek çok yanıtı da içinde barındırmakla birlikte, içinde saklı mesajlardan birisi de bu tür anıtlar, mekanlar, hatırlatıcılar oluşturduğumuzda toplum olarak “iyileşmeye” başlayacağımızdır.
***
Ama geçen gün Diyarbakır’da yaşananları görünce, kendi kendime “Acaba?” dedim.
Yoksa, geçmişin acılarını anlatan somut simgeler karşısında bile bir tefekkür, duygudaşlık, empati geliştiremeyecek kadar, belli açılardan künt müyüz?
Diyarbakır’da geçmişin acılarını hatırlatan renkli tabutlarla karşılaşan bazı insanlar bir defile havasında fotoğraflar çektirdiler.
Diyarbakır’ın hafıza mekanının açılışında neşe içinde halaylar çektiler.
Bu tür şeyler Dünya’nın başka yerlerinde de olabiliyor.
Örneğin, Auschwitz Müzesinin, Toplama Kampı’na giden demiryolunun rayları üzerinde “dengede” durmaya çalışarak fotoğraf çektirenleri uyaran twitler attığını hatırlıyorum.
Auschwitz Müzesi attığı twitte “1 milyondan fazla insanın öldürüldüğü bir mekandasınız. Onların anısına saygı gösterin,” diyordu.
Müze yetkilileri bir gazeteye verdikleri beyanatta bu tür saygısızlık gösterenlerin sayıca çok az olduklarını, ezici çoğunluğun içinde bulundukları mekânın ruhuna uygun davrandıklarını söylüyordu.
Henüz çok genç, kişilikleri çok gelişmemiş çocuklardı bunları yapanlar.
***
Bu açıdan bakınca Diyarbakır’dan gelen fotoğraflar insanı için hüzünle dolduruyor.
Biz toplum olarak, bize geçmişin acılarını hatırlatan bazı sembolleri görünce onların önünde bir süreliğine bile olsun tefekkür edemeyecek kadar ruhsal derinlikten yoksun muyuz?
Geçmişi hatırlamak bile iyileştiremeyecek mi bizleri?
***
Elbette “hatırlama”, “anma” da totaliter ritüellere dönüşebilir.
Devlet zoruyla belli mekanlara götürülüp, belli anıtlar önünde saygı duruşunda durmanız beklenirse sizden, orada kahkaha atmak devrimci bir direnişin sembolü bile olabilir.
Ama, geçmişin anılarını sembolize eden bir mekâna kendi isteğinizle gittiğinizde neden orada şen şakrak halay çeker, gece kıyafetleriyle tabutların önünde fotoğraf çektirirsiniz?
Türkiye’nin acılı geçmişi sizlerde bu duyguları mı uyandırıyor?
***
Vicdanı olmayan bir hafıza ne işe yarar?
İnsanın kalbinde bir sızı yaratmayan bir hatırlama, acılı bir geçmiş söz konusu olduğunda, hatırlamak, anmak sayılabilir mi?
Önemli olan, mağdurların anısını sembolize etmek için, taştan, tahtadan, topraktan yarattığımız eserler değil ki…
Onları gören sahici gözler, hisseden kalpler olmadıktan sonra yüzlerce metrelik anıtlar diksek neye yarar?
Ben hep, hiç hatırlayamayacağımızdan korktum…
Ama Diyarbakır’dan gelen o fotoğraflara bakarken, hatırlasak bile, hatırladıklarımızı da hemen nesneleştirebileceğimizden, onları da kalpsiz bir dünyanın parçası yapabileceğimizden korkuyorum.